30 Kasım 2011 Çarşamba

YENİ BİR BARIŞ HAREKETİNİN ÖRGÜTLENMESİ İHTİYACI


GÜNCEL GÖREV:
YURTTA BARIŞ DÜNYADA BARIŞ KOMİTESİ

Türkiye ve komşu coğrafya üzerinde kanlı ve genelleşmiş bir savaş tehlikesi büyüyor. Batı emperyalizmi ve işbirlikçileri bölgede askeri yığınağı artıran girişimlerini sürdürüyor. Savaş gemileri, uçak gemileri, füze üsleri bölge kıyılarında konumlanıyor. Bölge ülkelerinde saflaşma ve iç çatışmalar kışkırtılıyor, yabancı askeri güçlerin müdahaleleri birbirini izliyor. Libya’da Kaddafi’nin yabancı güçlerin yönettiği ve desteklediği operasyonlarla devrilmesi ve direnişi seçen Kaddafi’nin katledilmesi, Suriye’de Baas rejiminin benzer bir tehdit altına sokulması, bu operasyonlarda AKP hükümetinin etkin bir rol üstlenmesi, Türkiye’yi savaş rüzgarlarının göbeğine yerleştiriyor. AKP liderlerinin ve hükümetle tam bir mutabakat halinde gözüken Ordu üst bürokrasisinin Suriye’de ve Libya’da olup bitenleri iç işimiz olarak ele alması, yeni rejimin yönetici çevrelerinin bağımsız Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu Kemalist ilkelerinden uzaklaşmasına denk düşüyor. Bu temel ilkelerden biri olarak “Yurtta Barış Dünyada Barış” geleneksel siyasetinin terk edilmesi, Türkiye’de tesis edilen yeni rejimin laiklik ve cumhuriyet düşmanlığı yönelişini tamamlıyor. Dış siyasette Türkiye’yi emperyalist savaş maceralarının dümen suyuna sokanlar, ülke içinde de etnik ve mezhep çatışmalarını kışkırtan bir yola giriyor. Ordunun subay kadrosunun hatırı sayılır bir bölümünün geleneksel Kemalist siyasal ilkelere bağlı aydınlar ve siyasal öznelerle birlikte tutuklanarak Silivri’deki toplama kampına atılması, Kürt ulusal demokratik hareketinin politik kadrolarının ve aydın çevrelerinin benzer operasyonlara maruz bırakılması bu tablonun ülke içindeki görünümleridir. Profesyonel Ordu sloganı altında ordunun dönüşümü için yürütülen çabalar, Kamu Düzeni ve Güvenliği Müsteşarlığı tarafından yürütülen Gestapo türü polis devleti yapılanması, siyasal çerçevesi cumhuriyet karşıtlığı ve demokrasi düşmanlığı olan bir yeni-saltanat rejiminin yerleşmekte olduğu biçimindeki yaygın olarak paylaşılan endişeleri doğruluyor.

Yerleşmekte olan yeni rejimin iç ve dış savaşları davet eden tehlikeli yönelişlerine ve cumhuriyet yıkıcılığına karşı muhalefetin bugünkü mihenk noktası, Yurtta Barış Dünyada Barış ilkesini savunan bir muhalefet cephesinin acilen kurulması olabilir. Rejimin ülke içinde ve dışında savaş yanlısı siyasete sığınması, bu siyasetin iplerinin ise emperyalizmin elinde olması, kurulması gereken cephenin temel ilkelerinin birincisi barış, ikincisi anti-emperyalizm olmasını gerektiriyor.

YAKLAŞAN SAVAŞ TEHLİKESİ VE BARIŞI SAVUNMAK İÇİN GÖREVLERİMİZ

Yakın coğrafyada fırtına bulutları birikiyor. Hava geçen yüzyılın dünya savaşları öncesi günlerindeki gibi barut kokuyor. Kapitalizmin büyük ve derin küresel krizinin ekonomik ve toplumsal arka planı üzerinde, savaş siyaseti ve söylemleri emperyalizmin yönetici çevrelerinde güç kazanıyor, silahlanma ve ön muharebeler tırmanıyor. Son on yılın Irak ve Afganistan, Bahreyn işgalleri, Lübnan, Libya ve Gürcistan muharebeleri, Pakistan, Kıbrıs, Yemen ve Türkiye’deki siyasal gelişmelerin yüksek gerilimli iç çatışmalar boyutuna yükselmesi, işgal altındaki Irak’ta, işgal güçleri tarafından bölünmüş Kore’de, Sudan ve Somali’de, Orta Asya ülkelerinde tırmanan çatışmalar, Sudan’ın emperyalizmin gözetiminde bölünmesi, Suriye’ye ve İran’a yönelen güncel tehdit, yaklaşan genel ve büyük bir savaş tehlikesinin habercileri olarak görülmelidir.

Türkiye yaklaşan savaş tehlikesinin merkezinde bulunuyor. Sadece coğrafi nedenlerle değil, aynı zamanda Türkiye üzerinde gelişen emperyalist paylaşım ve denetim çabalarının ülkemizin iç siyasetinin belirleyici bir unsuruna dönüşmesi nedeniyle de bu böyledir. Türkiye burjuvazisinin emperyalizmin vesayetinde yeniden yapılanması ve emperyalist sermayenin bölgesel hatta küresel hesaplarına kendisiyle birlikte ülke ve bölge halklarının kaderini teslim etmesi bu sürecin bir parçasıdır.

Büyüyen savaş tehlikesi bölge halk güçlerine saflaşma zorunluluğunu dayatıyor. Batı emperyalizminin saldırgan güçleri, ABD, NATO, AB, İsrail, Suudi Arabistan gibi mihrakların askeri ve politik güçleriyle temsil ettikleri eksen, yaklaşan savaşın esas kaynağıdır. Brezilya, Hindistan, Güney Afrika, İran, Suriye, Kore Demokratik Halk Cumhuriyeti, Venezuela, Küba gibi ülkeler, savaş tehdidinin kısa ve uzun erimli hedefleri arasında yer alıyor. Rusya, Çin, Almanya gibi büyük güçler, saldırgan Batı emperyalizminin savaş tehdidi karşısında pazarlık yapan, fren olmaya çalışan ve kendi çıkarlarını korumaya gayret eden bir politik yönelimi geliştiriyor. Halk güçlerinin çıkarlarını savunan barış hareketi, uluslararası işçi sınıfı hareketi, ezilen halklar, yaşanan saflaşmada Batı karşıtı eksen etrafında güç yığınağı oluşturarak Batı emperyalizminin eşitsiz askeri güç üstünlüğünü dengeleme siyaseti izliyor.

Savaş tehlikesinin büyümesine, Orta-Doğu ve Kuzey Afrika coğrafyasında, Akdeniz havzasında, Avrupa ülkelerinde emekçilerin kitlesel mücadelelerinin büyümesi eşlik ediyor. Arap ülkelerinde ve bazı Avrupa ülkelerinde yer yer kitlesel gösterilere ve halk ayaklanmalarına dönüşen bu hareketlilik, henüz emperyalizme ve savaşa karşı belirgin bir saf tutuşu temsil etmiyor, yer yer Amerikancı İslamcı hareketin, neo-nazilerin, anarşist başıbozukluğun, küçük burjuva milliyetçiliğinin izlerini taşıyor, bu niteliğiyle de zaman zaman emperyalist mihrakların denetlemesine ve siyasal tertiplerine açık özellikler taşıyor. Bununla birlikte, son örnekleri İspanya, Yunanistan, İngiltere, İsrail ve Mısır’da görülen ve gençliğin, kent yoksullarının, işçi sınıfının başkaldırılarına tanık olunan gelişmelerin sürükleyicisi halk güçleri, demokratik toplumsal hak taleplerini emperyalizme karşı mücadeleyle birleştirebildiği ölçüde, bu sakıncalar aşılabilecektir.

Güncel durumda bunun koşulu, Batı emperyalizmi kaynaklı savaş tehdidine karşı mücadelede saf tutmaktır. Türkiye’de aynı safta yer alması gereken ancak birbirinden uzak durmayı seçen, birbiriyle çatışan ve birbirini güçten düşüren halk güçleri (cumhuriyetçi, yurtsever küçük-burjuva grup ve çevreler, Kemalist akım, Kürt ulusal-devrimci hareketi), tekil mücadeleler içinde enerjisini tüketen ve büyük resmi gözden kaçıran işçi hareketi, kendi dar gündemine hapsolmuş ekolojik- hareket, köylü eylemleri, öğrenci hareketi, yaklaşan savaş tehlikesine ve savaşın esas kaynağı Batı-emperyalizmi eksenine karşı birleşmek zorundadır. İki önemli güncel konu, bu birleşmeye vesile olabilir: Kürt ulusal devrimci hareketini imha etmeye yönelik girişimleri önlemek ve Suriye-İran’a karşı Türk Ordusu eliyle emperyalizm hesabına girişilecek bir işgal savaşını engellemek!

Sosyalist hareket, ilerici yurtsever güçler, Kürt ulusal demokratik hareketi, Kemalist grup ve çevreler, cumhuriyetçi güçler, bir araya gelerek ortak bir cephe oluşturabilirse, silahlarının namlusunu doğrultacağı mücadele hedeflerini “Batı-emperyalizmi” olarak ifade edebilirse, bölgedeki saflaşmalarda Batı eksenine karşı İran-Suriye-Rusya-Çin ekseninde oluşan güç yığınağını dikkate alarak birleşebilirse, yaklaşan savaş tehlikesini önlemek mümkün olacaktır.

ANTİ-EMPERYALİST SAFLAR NEDEN BİRLEŞMELİ?

Geç kapitalizmin son yıllarının genel görünümü, emperyalizmin dizginlerinden boşanmış bir saldırganlık, savaşa dayalı yayılmacılık ve ekonomik buhranlarla içiçe geçmiş kutuplaşmalar ekseninde kızışan paylaşım çatışmalarıyla belirleniyor. Kapitalizmin büyük patronu ABD, Bush döneminde dış politikasına damgasını vuran yayılmacı, stratejik bölgeleri egemenliği altına almayı amaçlayan ve çok taraflı uluslararası hukuka dayanan mutabakat yerine tek taraflı güce dayanan bir çizgiyi dayatıyordu. AB içinde öne çıkan Fransa-Almanya mihveri, Rusya, Çin gibi büyük güçler de görünüşte farklı ama özünde benzer bir dış politikayı daha sinsi biçimlerde izliyor. Nihayet Türkiye, Gürcistan ve Polonya gibi ikinci dereceden aktörler de emperyalist kutuplara yanaşma yarışında aynı dış politikaların dümen suyunda yol alıyor. Emperyalist devletlerin ve dümen suyundaki işbirlikçilerinin son dönem dış politikaları, Balkan, Kafkas, Ortadoğu ve Asya halklarına kan ve gözyaşı ile bedel ödetiyor.

Solda özellikle liberalizmin etki alanındaki çevrelerde son zamanlara dek yaygın olarak paylaşılan ve savunulan bir analiz, yürürlükteki emperyalist dış politikayı ABD’de yönetimi ele geçirdiği varsayılan ve Bush-Cheney ikilisinde temsil edilen bir “çete” ile ilişkilendiriyordu. Bu analizin bir uzantısı olarak Türkiye’de de emperyalist saldırganlığın işbirlikçisi olarak tebarüz eden AKP hükümeti, ülkeyi emperyalist bir savaşa sürüklemenin başlıca sorumlusu olarak gösteriliyordu.

Bu analizin başlıca handikapı, emperyalist savaş taraftarlığının, ABD’de olsun Türkiye’de olsun, egemen sınıfta ve temsilcisi olan politik-askeri zümrede yatan çıkar ve mutabakat ortaklığını gözardı etmesidir. Kapitalist sistem içinde İkinci Büyük Savaş sonrası elde ettiği ekonomik hegemonya ile kıyaslandığında bugün aslında daha geri bir ekonomik konum işgal eden ABD’de yönetici sınıfın askeri-siyasal gücüne yaslanarak olası rakiplerine karşı emperyalist paylaşım emellerini korumak ve geliştirmek istemesi doğrultusunda stratejik bir mutabakata sahip olduğu gözlerden kaçmıyor. Türkiye’yi yönetenlerin kah acze düşmüş devletlerin ve halkların başı üstünde uçuşan bir akbaba rolüne soyunarak, kah sille yemiş, köşeye sıkışmış veya yere düşmüş mağdur komşularına yardım ediyor pozları atarak bu emperyalist stratejiyle ortaklığı gözetmesi ise, Türkiye’deki egemen büyük sermaye sınıfının ve temsilcisi askeri-siyasal zümrenin görünüşteki gergin ve çatışmalı ilişkilerinin arka planında, çıkar ortaklığına dayanan bir mutabakat sağlandığına ve AKP hükümetini aşan bir sınır-ötesi role soyunduğuna işaret ediyor. Rolün önde gelen adayı AKP’dir ancak başta Ordu üst bürokrasisi olmak üzere diğer adayların da yedek kulübesinde ısındırıldıkları ve sahaya ABD adına çıkmak için can attıkları bellidir. Yedeklerin tımar edilmesi ve hizaya getirilmesi ise bu gibi işlerde adetten olmaktadır.

İnşaat şirketleri, projelerini hayata geçirirken malzeme, işçiler gibi lojistik ihtiyaçları için bir şantiye alanına ihtiyaç duyar. Benzer biçimde devletler de büyük askeri operasyonlar için elverişli bir harekat üssüne ihtiyaç duyar. Napoleon Bonaparte’ın feodalizmi yıkan Fransız burjuvazisi adına Doğu Avrupa, Rusya ve Doğu Akdeniz seferlerine hazırlanırken harekat alanı olarak henüz ulusal birliğini sağlamamış İtalya’yı seçtiği bilinir. Orta ve Doğu Avrupa’ya ve Akdeniz’e açılan konumuyla İtalya, 1800’lerin başında Napoleon Bonaparte’ın sefer harekat alanı olarak hedef alınmış, Fransız orduları Roma üzerine yürüyerek İtalya’yı işgal etmiştir.

Büyük sermaye şirketlerinin ve orduların kolkola büyüyen “sınır ötesi rolleri”, ABD ile Türkiye’nin sıkça sözü edilen “stratejik ortaklığının” maddi temelidir. Bu temel, dünyayı ve Türkiye’nin de içinde bulunduğu yakın bölgeleri devasa yıkımların eşiğine getirmeye adaydır. Türkiye, İran üzerinden Asya seferine hazırlanan ABD emperyalizminin işgal şantiyesi ve harekat alanı olarak hedeftedir. Bu koşullarda, emperyalizme karşı devrimci bir başkaldırıyı hedefleyecek örgütlü bir barış hareketinin inşa edilmesi her zamankinden fazla önem ve aciliyet kazanmaktadır.

Bugün ittifak etmesi gereken güçleri karşı karşıya getiren yanlış politikalar, tutarlı bir barış hareketine olan ihtiyacın önünde engel olarak dikilmektedir. Bu yanlış politikaların bir yanında, Kürt ulusal demokratik hareketinin belirleyiciliği altındaki lafta barış söylemli siyaset bulunuyor. PKK siyasetinde ve kuyrukçularında ifadesini bulan bu yanlış çizgi, barış siyasetini emperyalist büyük güçlerin hakemliğine emanet etmeye meylediyor, Kürt ulusal demokratik hareketinin esas hasmını Türk Arap ve İran halkları ve devletleri düzleminde tanımlıyor, Batı emperyalizminin ana mihraklarını potansiyel veya fiili müttefik gibi değerlendiriyor. Emperyalist güçlerin ve NATO’nun himayesinde barış siyaseti izlenemeyeceği, emperyalist güçlere karşı dünya halklarıyla birleşmeyi gözetmeyen bir halkın kendi geleceğini belirleme hakkından vazgeçmiş sayılacağı, kendi ayağına kurşun sıkmış olacağı aşikardır. Orta-Doğu coğrafyasında halkların özgürlüğü emperyalizme karşı komşu halklarla birleşmekten geçer. Silahının namlusunu birbirine yükseltenlere karşı çağrımız, “silahlarınızın namlusunu emperyalist güçlere doğrultun!” olmalıdır.

İttifak etmesi gereken güçleri karşı karşıya getiren yanlış politikaların diğer yanında, Türk devleti yanında saf tutan ve kürt-düşmanı şoven-milliyetçi siyaseti sürdüren lafta anti-emperyalist söylemli siyaset bulunuyor. Kürt ulusal-demokratik hareketine karşı saldırgan ve şoven bir çizgiyi savunan bu siyasetin destekçileri arasında Düzen Partisi’nin Kemalist kalıntıları, milliyetçi-faşist ordu ve devlet bürokrasisi temsilcileri, MHP, DSP, CHP unsurları bulunuyor. Emperyalizme yaranma ve büyük güçlerle ortaklık arayışı çabalarında Kürt ulusal-demokratik hareketi ile rekabeti esas alan Düzen Partisi bu nedenle anti-emperyalist bir ittifak siyasetinin ve bu siyasetin kaçınılmaz gereği olan adil ve demokratik bir barış hareketinin önünde engeldir. Düzen Partisi güçleriyle ittifak arayışından vazgeçemeyen ve Türk-şoven-milliyetçiliğinin yedeğine düşen İşçi Partisi, bu siyasetin bukağısını parçalamadığı sürece aynı engelin bir parçası olarak kalacaktır.

İttifak etmesi gereken güçleri karşı karşıya getiren yanlış politikaların bir başka köşesinde ise, işçi hareketi, demokrasi güçleri ve Türkiye sosyalist hareketi yer alıyor. Sendikalar ve işçi hareketi gündelik öz çıkarlarının savunulması düzleminde bile olsa (kıdem tazminatlarının gasbedilmesi, sendikal hakların baskı altına alınması vs.) emperyalizme karşı saf tutma bilincinden uzak gözüküyor. Demokrasi güçleri (işçi sınıfı, küçük-burjuvazi, ordu orta alt kademeleri) anti-emperyalist safların birliği ve hedefleri konusunda berraklıktan uzak gözüküyor. Türkiye sosyalist hareketinin bugün için ağırlıklı unsurları da (TKP, ÖDP, EMEP, Halkevleri, BDP etrafındaki unsurlar vs.) emperyalizme karşı bir ittifak cephesinin kurulması için gerekli siyasal hedef ve ilkelerden (ulusların kendi geleceklerini belirleme hakkı, NATO, AB, ABD karşıtı tutum vs.) uzak gözüküyor.

Anti-emperyalist safları birleştirme zorunluluğu tutarlı bir barış hareketine olan ihtiyacın gerçeğe dönüşmesinin temel koşuludur.

FÜZE KALKANI: KİME NEDEN KALKAN OLACAK?

NATO Lizbon zirvesinde resmiyet kazanan “Füze Kalkanı” projesi, NATO’nun sözünden çıkmamayı düstur bellemiş Türk hükümeti tarafından uygulamaya sokuluyor. Türkiye’nin doğu bölgesine kurulacağı açıklanan “Füze Kalkanı”nın İran’dan ateşlenecek güdümlü füzelere karşı bir erken uyarı sistemi olarak tasarlanmış radar sistemini kapsadığı biliniyor. Bu NATO projesinin öbür ayağı ise, İran füzelerini ateşlendikten sonra havada vurması tasarlanan ve şimdilik Romanya’da ve seyyar NATO savaş gemilerinde konumlanacağı belirtilen füzesavar füzelerden oluşuyor. NATO savaş gemilerinin Karadeniz ve Doğu Akdeniz sularında bulunacağı da belirtiliyor.

Bu askeri projenin İran füzeleri dışında başka hedefleri de olabileceği, Irak’tan bu yıl sonunda çekilerek Güney Doğu Anadolu’da konumlanması öngörülen ABD askeri birliklerinin kışkırtılması mümkün bir Türk-Kürt iç savaşına müdahil olması durumunda olası hava saldırılarına karşı korumayı veya İran ile ittifak kurabilecek bölge ülkelerini de caydırmayı amaçladığı söyleniyor. İran’ın askeri savunma gücünü kırmayı ve yalıtmayı amaçlayan NATO kalkanının, bölgede olası merkezkaç gelişmeleri engellemek gibi niyetleri de temsil ettiği görüşü de yaygın olarak paylaşılıyor. Emperyalist güçlerin İran’a yönelik geniş çaplı bir askeri saldırıya girişmeleri durumunda, NATO Füze Kalkanı’nın, İran’ın mukabele yeteneğini kırmak, Orta-Doğu havzasındaki askeri hedefleri vurma kapasitesini sınırlamak gibi bir işleve sahip olacağı tahmin ediliyor. İran envanterindeki füzelerin 2000-2500 km. dolayında olduğu düşünülen menzili, Orta-Doğu coğrafyasının ötesini kapsamıyor. Dolayısıyla, Füze Kalkanı projesinin savunma değeri, aslında Türkiye haricindeki NATO üyeleri açısından pratik bir öneme sahip değildir. NATO üyesi olmayan ama Batı emperyalizminin bölgedeki çıkar ortakları ve işbirlikçileri arasında yer alan Körfez ülkeleri, Suudi Arabistan, İsrail, Kuzey Irak’taki Kürt Bölgesel Yönetimi ve Gürcistan topraklarını kapsayan bir coğrafya açısından ise olası bir İran füze saldırısının hedefi olarak kurgulandıkları ölçüde pratik bir savunma değerine sahip olduğu düşünülebilir. Afganistan ve Irak’daki emperyalist işgal güçleri ve askeri üsleri açısından veya yakın coğrafyalarda emperyalist saldırganlığa sıçrama tahtası oluşturan Türkiye’deki İncirlik ve Kıbrıs’taki Akrotiri ve Dikelya gibi askeri üsler açısından da Füze Kalkanı’nın bir savunma değeri olduğundan sözedilebilir. Şu halde NATO Füze Kalkanı, NATO ülkelerini İran füzelerinin saldırısından korumak için değil, Orta-Doğu’da emperyalist saldırganlığın ve çıkarların temsilcilerine ve unsurlarına karşı İran ve diğer bölge ülkelerinin savunma araçlarını etkisiz kılmak için tasarlanmış ve uygulamaya sokulmuş olması akla yakın gözüküyor.

Orta-Doğu’da İran’a, Suriye’ye hatta Türkiye’ye yönelik askeri tehdit ve emperyalist saldırganlığın kuvveden fiile dönüşmesi olasılığı, Füze Kalkanı’nın politik ve askeri gerekçesini oluşturuyor. Bunun tersi, yani İran’ın bölgedeki emperyalist üslere ve Batı emperyalizminin ortaklarına işbirlikçilerine durup dururken bir füze saldırısına girişmesi olasılığı zaten mantıken mümkün değildir, zira ne İran sermayesinin çıkarları bölgeye yönelik yayılmacı bir tehdidin nesnel temellerine sahiptir, ne de aynı anda birden fazla kendinden güçlü ve saldırgan niyetler taşıdığı bilinen askeri hedeflere saldırmanın askerlik bilimi açısından inandırıcı bir sebebi varsayılabilir.

Nitekim “biz kediye kedi deriz” küstahlığıyla Abdullah Gül’ün NATO Lizbon zirvesindeki zavallı ikiyüzlü kıvırtma manevralarını elinin tersiyle iten Sarkozy’nin açıkça işaret ettiği üzere, NATO Füze Kalkanı projesinin görünür hedef tahtasında İran halkı bulunuyor.

Füze Kalkanı’nın NATO emir ve komutası altında kurulması, bölge ülkelerini geniş çaplı bir savaşın içine çekebilecek gelişmelerin bölge devletlerinin ve halklarının iradesinden bağımsız olarak NATO tarafından tetiklenebileceği endişesini de ister istemez doğuruyor. Burada Türk hükümetinin tavrı ve konumu, Türkiye’yi bölge halkları aleyhine savaş ve saldırganlık tertiplerinin harekat merkezi haline getiren Batı emperyalizminin bekçi köpekliğine denk düşüyor. Türkiye benzer bir rolü en son 1914 Dünya Savaşı’nda üstlenmişti. Yavuz ve Midilli isimleri takılmış Alman zırhlı gemilerinin (Göben ve Breslau) Alman Genelkurmayı tarafından Karadeniz’de Rus limanlarını bombalamakla görevlendirilmesi, Alman komutanların yönetimindeki Osmanlı ordularının Afrika’dan Asya’ya ve Avrupa’ya çok geniş bir coğrafyada emperyalist paylaşım savaşlarına dahi edilmesinin, bu uğurda milyonlarca Osmanlı devleti uyruğu yoksul köylünün ölümüne yol açtığı, Osmanlı devletinin bu savaşta parçalandığı ve emperyalist büyük devletler tarafından paylaşıldığı, toplumsal belleğimizde hala canlı bir öykü olarak yaşamaktadır. Türkiye halklarının geleceği, 20. yüzyılın başlarında bozulan oyunun bugün aynı coğrafyada bir kez daha bozulmasıyla yazılacaktır.

GÜNCEL GÖREV: YURTTA BARIŞ DÜNYADA BARIŞ KOMİTESİ

Emperyalist güçler tarafından yazılan oyunu bozmanın yolu, yeni bir barış hareketinin acilen inşa edilmesidir.

Yeni barış hareketi, aynı zamanda Türkiye içindeki ve yakın coğrafyadaki komşu halkların anti-emperyalist birleşik mücadele cephesini temsil edecektir. Güncel görevi Suriye ve İran karşıtı savaş ve dış müdahale girişimlerini engellemek olarak tanımlanabilecek bu cephenin kitlesel devrimci bir hareketlenmeye dayanması gerektiği, ülke içinde tırmandırılmak istenen militarist ve şoven rüzgarları göğüslemek zorunda olduğu, cumhuriyetçi, kemalist, sosyalist, devrimci-demokrat ve Kürt ulusal-demokratik hareketinin dayandığı toplumsal dinamikleri hatta emperyalizme karşı duran samimi müslüman kesimleri kapsaması gerektiği kendiliğinden anlaşılabilir. Bu geniş yelpazeyi emperyalizm karşıtlığında birleştirebilecek en güncel ve somut slogan “Yurtta Barış Dünyada Barış” olabilir.

Barış mücadelesinin örgütlenmesi Türkiye’de her zaman sorunlu ve zorluklar içeren bir alan olmuştur. Zorlukların ve sorunların bir bölümü nesnel temellerden kaynaklanmaktadır. Farklı barış siyasetlerinin farklı sınıfsal temelleri olduğu bilinmektedir ve zaten barış hareketi, üzerinde siyasal ve ideolojik hegemonya mücadelesi yürütülmesi gereken bir alandır. Genel olarak pasifizm başlığı altında ele alınan ve barış hareketini düzen içi hedeflere bağlayan, ülke içinde sınıf uzlaşmasını savunan akımın (sosyal demokrat küçük-burjuva ve reformist akımın barış siyaseti tam da budur) barış mücadelesini sınıf mücadelesinin devrimci görevlerinden, emperyalizme karşı mücadeleden, emperyalizmin faşist, şoven, gerici yönelişlerini göğüslemek hedeflerinden yalıtılmış olarak ele aldığı bilinmektedir. Barış siyasetini egemen emperyalist mihrakların şu ya da bu güncel uzlaşma ve ateşkes eğilimlerinin bir parçası sayanlar ise emperyalist barış taraftarlarıdır, emperyalist çıkarların gerektirdiği ölçüde ve belirli dönemeçlerde barış yanlısı gözükmeleri, emperyalist savaş siyasetini tamamlar, onun farklı biçimler altında (diplomatik görünümler kisvesinde) yürütülmesini simgeler. Pasifist barış hareketlerinin, çoğunlukla emperyalist barış siyasetinin toplumsal dayanağını oluşturduğu bilinmektedir. Son olarak, işçi sınıfı sosyalizminin öncülük ettiği barış hareketi ise anti-emperyalist, düzen-dışı ve devrimci kitle hareketlenmelerine dayanan bir akımı temsil eder. İlk Dünya Savaşında “emperyalist savaşı iç savaşa çevirme” sloganıyla devrimci bir barış olanağını zorlayan bu akım, İkinci Dünya Savaşında faşizme karşı demokrasi cephesinin örgütlenmesine öncülük etmiş, 1945 sonrasında ise anti-emperyalist, nükleer silahlanma ve sömürgecilik-karşıtı bir dünya cephesinin kurulmasını gözetmiştir.

Barış siyasetinin farklı ve birbirine zıt nesnel temelleri dışında öznel zorlukları da vardır. Öznelliğin bir yanı, barış siyasetini bir ideolojik siyasal hegemonya mücadelesinin müdahale alanı olarak görmekten kaynaklanmaktadır. Müdahale siyasal öznelerin subjektif yaklaşımlarla bu alan üzerinde tekel kurma çabaları biçiminde anlaşıldığı ölçüde, barış siyaseti bir partinin kol faaliyeti gibi görülebilir. Oysa barış hareketi bir partinin kol faaliyeti olmak bir yana, geniş bir toplumsal temele ve partiler dışı geniş bir cepheleşme zeminine dayanan bir örgütlenmeyi temsil etmelidir. Barış örgütlenmesi bir cephe örgütlenmesidir, partili ve partisiz aydınları ve geniş bir yurttaşlar kitlesini kapsamalıdır.

Bugünkü koşullarda Yurtta Barış Dünyada Barış Komitesi neden doğru ve somut bir slogandır? Birincisi bugün savaşı hem ülke içinde hem ülke dışında yakın ve genel bir tehlike haline sokan gelişmelerin cumhuriyet karşıtlığıyla yakın ilişkisine işaret etmesi nedeniyle bu böyledir. İkincisi ülke içinde barış ihtiyacına işaret etmesi nedeniyle doğru ve somut bir hedefi dile getirmektedir. Üçüncüsü iç ve dış barış arasındaki yakın bağı kurması ve bu bağlantıyı emperyalizme ve gericiliğe karşı mücadele hedeflerine dayandırması nedeniyle haklıdır.

Yurtta Barış sloganının olası bir yanlış okuması hakkında kısa bir saptama burada yeterli olacaktır. Yurtta Barış ülke içinde sınıf uzlaşmasına çağrı değildir ve bugünkü somut koşullarda böyle anlaşılamaz. Yönetici çevrelerin ve büyük sermaye oligarşisinin savaş siyasetine ve emperyalist maceralara kalben ve mide olarak bağlandığı bugünkü Türk kapitalizminde sermaye egemenliğine meydan okumak için en devrimci siyasal talep ve hedeflerden biri olarak yurtta barış, sınıf mücadelesine somut bir davet olarak anlaşılmalıdır. Üstelik bu slogan, Kürt sorununda devrimci bir barış talebini de ifade etmektedir.

Kısacası emperyalizme, sermaye egemenliğine, cumhuriyet yıkıcılığına, kürt inkarcılığına ve İslam istismarcılığına karşı mücadele içinde olan halk güçleri, açısından güncel görev, YURTTA BARIŞ DÜNYADA BARIŞ KOMİTESİ’nde birleşmektir.

TSİP Merkez Komitesi, bu amaca yönelik olarak bir açık çağrı mektubunu önümüzdeki günlerde kamuoyuna ve muhataplarına iletecek ve bu doğrultuda kendi üstüne düşen görevleri üstlenecektir.